Bir sonbahar gecesi, tarih tam 28 Eylül’dü, senelerden 1991, Stockholm’de haber geldi: Miles ayrıldı! Gezegene veda etti. Erkenden: 65 yaşındaydı. Epey uzun bir süredir sağlık sorunlarıyla boğuşmuş, ama var gücüyle direnmiş ve 1975–81 arasında tamamen evine kapansa da, geri dönmüştü.
Mike Stern, Al Foster, John Scofield, Bill Evans ve Marcus Miller’le verdiği ilk “geriye dönüş”, yanlış oldu, “ileriye dönüş” konserlerinden biri Stockholm’deydi. O çok sevdiği şehirde. Bilet bulamamış, ama radyodan canlı yayında, tüylerimiz diken diken, dinlemiştik. Hatta bir de kaset kaydı yapmıştık, ama ne yazık ki kaybettim o kaseti. Belki İsveç Radyosu arşivinde duruyordur.
Sonraki yıllarda dünya turnelerine Istanbul AçıkHava’yı da ekledi, o konsere gidenlerin hayatında en önemli anlar, anılaroradadır.
Bir değil beşyüz yıla sığacak bir miras kaldı arkasında. Ölümüne yakın yazdığı, daha doğrusu yazdırdığı özgeçmiş kitabı, bir sanatçının dilinden dökülen belki de en içten en dürüst anlatımdır.
Esas kural, hep bir sonraki dünyayı hayal edip onun “soundtrack”ini yazmaktı. Durmak, bir yere takılı kalmak, sanatçının benliğine ihanetiydi. İçerden gelişen devrim, insanların zihnini açacak, onları özgürleştirecekti.
“Müzik ve sanat bir tarzdır, stildir” diyordu. Giysiler, biçim anlatımının kopmaz parçasıydı. “No nonsense” bir kişilikti. Sesleri ve karşısındaki kişinin beden dilini emer, süzer ve anında yerli yerine oturturdu. Free Jazz’a uzak durmasının bir sebebi, burada “fake” müzisyenlerin varlığını hissetmesi idi. Bir balad çalamayanların ciyak ciyak saksofon öttürmesi kesmedi onu asla. Çünkü “kuralları yıkmak için, önce kuralları bilmek zorundaydınız”.
Duke, Monk, Coltrane ve Mingus’a her zaman saygı duydu. Gil ve Bill Evans’a da. Siyahtı, bilincindeydi, ama müzisyenlerini siyah-beyaz ayrımından seçmedi. Müzik birikimi ve iyi müzisyenin maceraperestliği temel kriteri oldu. O nedenle, “Miles ekolü”, onun seçtiği ve beraber çaldığı müzisyenler 1960’lardan bugüne kadar seslerin, bestelerin ve müzik spektrumunun öncüsü olmuştur.
Onu son kez Perugia’da, Umbria Jazz Festivali’nde, 1987’de dinlemiştim. Muhteşem bir Temmuz gecesi, stadyumda, mükemmel kurulmuş bir ses düzeninde, 20 bin kadar seyirciyle, sahnenin tam orta-karşısında, basın locasında, tüm sesleri duyarak.
Üç saate yakın çaldı. Yanımda iki İtalyan jazz müzisyeni vardı. Konserin en sonunda neredeyse 20 dakikaya kadar uzayan, bitmek bilmeyen, asla bitmesini istemediğimiz bir “Time After Time” yorumu (Miles sahneden çıkacak gibi arlaya ilerliyor, ama tekrar tekrar geri dönüyordu, bestenin tutsağı olmuş gibiydi, kopamıyor, her biri yeni cümlelerle yükseliyordu) ardından konser bitimine birbirimize döndük, “Tamam değil mi” dedi saksofoncu olanı, “Tamam değil mi, söylenecek herşey söylendi bu konserde, geriye bir şey kalmadı!” Bir süre, belki yarım saat, öyle kalakaldık…
Sonra sahne arkası. Miles yorgundu, yanında birkaç ekip elemanı, dondurma yiyordu. Uzaktan el salladık, rahatsız etmenin manası yoktu.
Onu son görüşümdür…
Fazla söze gerek yok. Miles’ı (vakitsiz) ölümünün 30’uncu yıldönümünde, bir playlist’le anıyorum. Umarım siz de dinlerken onun dünyasında bir yolculuğa daha yelken açarsınız. Seçtiklerim, bana göre, onun sınırları en çok zorladığı, ruhunu en çok açtığı yorumlar…
Bu arada Spotify hesabımı takibe almayı da unutmayın…
<iframe src=”https://open.spotify.com/embed/playlist/5Zna1ta09v5F30O24O43Fw" width=”100%” height=”380" frameBorder=”0" allowfullscreen=”” allow=”autoplay; clipboard-write; encrypted-media; fullscreen; picture-in-picture”></iframe>
https://open.spotify.com/playlist/5Zna1ta09v5F30O24O43Fw?si=bd1a0894e4ef4ec1